22 Kasım 2025

“Işık” Müfit Mert Balak yazdı

Işık (The Light) (Das Licht) 2025

Filmin Konusu: Modern ve birbirlerine yabancılaşmış dört kişilik bir Alman ailesi olan Engels’ler Berlin’de yaşamaktadır. Evlerine temizlik için gelen yardımcı kadın çalışanın ölmesi sebebiyle; yeni bir kadın çalışanı işe alırlar. Bu çalışan Farrah adında Suriye’den Almanya’ya gelmiş bir göçmendir. Farrah’ın aralarına katılmasıyla birlikte, hepsinin birbirleriyle olan ilişkileri- iletişimleri değişik bir yola evrilir.

Film Eleştirisi: 2025 yapımı film, 75. Berlin Film Festivali’nin açılış filmi olarak dünya prömiyerini (ilk gösterimini) yapmıştı. Film, Türkiye’de, bu sene Nisan ayında gerçekleşen 44. İstanbul Film Festivali’nde de gösterilmişti; 15 Ağustos 2025 tarihinde Türkiye’de sinemalarda vizyona girdi.

Filmin senaristi ve yönetmeni Tom Tykwer. Tykwer’in filmde yağmurlu sahnelere bolca yer vermesi, filmin anlatısında büyülü gerçekçilik unsurlarından yararlanması ve film karakterlerinin yer yer içinde bulundukları durumları şarkı söyleyerek aktarmaları tercihi filmi yapısal olarak çok özel bir yere taşımış.

Filmde yer alan oyuncu kadrosu çok iddialı isimlerden seçilmiş; oyunculuklar çok başarılı.

Film hikayesindeki metaforik yapı dikkat çekiyor. Hikayede, modern ve birbirlerine yabancılaşmış bir Alman çekirdek aile üzerinden; “günümüz Almanya’sının”, “medeni, modern ve gelişmiş” Almanya’da yaşananların, ekonomik anlamda gelişmiş sayılan batılı ülkelerin ve kapital düzenin hicvedilmesi durumu mevcut.

Hikayede, Alman ailenin soyadlarının Engels olarak belirlenmesinin, Marks ve komünist manifestoya atıfla olduğu akla geliyor. Filmdeki Engels ailesinin kapitalist yaşantı yaşayan orta üst sınıfta Alman bir aileyi temsil ettiği düşünüldüğünde, eleştirel- ironik bir anlatıyla; Alman ailenin soyadları Engels olsa da; komünist düşüncenin tam anlamıyla yerini artık kapitalist düzene bıraktığı tespiti yapılmış olunuyor.

Filme ismini veren, eve temizlik için gelen Suriyeli göçmen yardımcı kadın çalışan Farrah’ın kullandığı, “onun içsel yolculuklar yaşamasına” ve “huzur bulmasına” hizmet eden “Işık” aleti, zamanla ayrı ayrı tüm aile bireylerine, onların iletişimlerine ve yaşadıklarına açıklık getiriyor- ışık tutuyor.

Hikayede özellikle anne Milena karakteri üzerinden, onun ve modern toplumlarda yaşayan tüm kadınların “varlık”, “benlik” sorunları ve toplumsal cinsiyet meselesinin tüm kadınlara dayattığı “annelik rolü” kalıplarının yol açtığı baskı ve travmalar yansıtılıyor.

Milena, evliliği ile ilgili sorunlar yaşadığı için eşiyle bir kadın ilişki terapistine gidiyor. Milena’nın, terapistle yalnız kaldığı sahnelerden birinde, terapiste; “İkiz çocuklarımı ilk kucağıma aldığımda adeta doğum yaptığım odanın üzerinde yükseldim ve kendime yukarıdan bakmaya başladım; sanki kendi kendimi yukarıdan izliyor gibi hissettim.” cümlesi aslında kendisiyle de yüzleşmesini sağlıyor. Sahnenin devamında terapistin, “Peki, sonrasında ne zaman aşağıya inip bedeninize yukarıdan bakmayı bırakabildiniz?” sorusuna; Milena, cevap veremeyip sessiz kalıyor. Durum, terapisti endişelendirerek; “Yoksa hala bedeninize yukarıdan bakmayı sürdüyor musunuz?” sorusunu Milena’ya yöneltmesine yol açıyor. O sırada terapi randevusuna geç gelen eşinin kapının zilini çalmasıyla sahne tamamlanıyor. Milena aslında anneliğe hazır olmadan anne olmuş bir kadın; çocuklarının ve onlarla birlikteyken gelen diğer kişilerin yanlarında, (17 yaşındaki kızının da bir tartışmada belirttiği üzere), adeta “iyi anne” rolüne giriyor. İlgi çekici cinsiyet savlarından biri “kadınların gündelik hayatlarında ve çalışıyorlarsa iş ortamlarında kendi bedenlerine dışarıdan bakan gözlerle yaşadıklarını; bu durumu içselleştirdiklerini; bunun tarihsel ve politik olarak kurulmuş iktidar ilişkilerinin sonucu” olduğunu iddia eder. Milena karakterinin, bu fikirleri düşündürebilmek için film yönetmeni ve senaristi Tykwer tarafından filmde bu şekilde yansıtıldığını düşünüyorum.

Türkiye’de yaşayan, bu yaşa kadar çok sayıda yabancı ülkeye seyahat edebilmiş ve çok sayıda film, tiyatro ve edebiyat okumaları yapmış, eğitimli bir Türk sinefil olarak; yönetmenin filmi işleyiş şeklinden ve film hikayesinden; filmde yansıtılan iki durumda, “Almanya’da yaşayan “ayrıcalıklı” üst orta sınıf beyaz yakalı toplum kesimi açısından”, kanıksanmayacak, o kesimler için “normalleşmiş sayılabilecek”, son derece değişik durumların olabildiğini gördüm. Bu iki durumdan biri anne Milena nın evliyken bir Kenyalı siyahi adam ile birlikte olup ondan da bir çocuğunun olması; diğeri de Milena’nın kızı Frieda’nın henüz 17 yaşında bir kliniğe babasıyla giderek, annesinin haberi olmadan kürtaj olması durumuydu. Filmde etik olarak bu iki durumun üzerinde neredeyse hiç durulmadı. Karakterler üzerinden diyaloglarla, yalnızca Frieda’nın ikinci cinsel ilişkisini 17 yaşında yaşarken haz almaması, cinsel tercihi konusunda yaşadığı ikilem ve annesine kürtaj olacağını söylemeden kürtajı gerçekleştirmesi konuları üzerinde duruldu. Bu bakımından, yönetmenin anlatısı beni çok düşündürdü.

Yönetmenin biçimsel olarak oluşturduğu kendine özgü, çok güçlü film dili; kullandığı büyülü gerçekçilik unsurları ve karakterlerin yer yer şarkılar söyleyerek içinde bulundukları durumları aktarmaları yapısının : tüm film karakterlerin, hatta metaforik olarak tüm Alman toplumunda yaşayan “bireylerin” ve hatta tüm ekonomileri gelişmiş batı toplumlarını oluşturan kişilerin adeta birer “yaşayan ölü” olduğunu ortaya koymak için yönetmence özellikle tercih edildiğini düşünüyorum. Filmde yansıtılan tüm karakterler metaforik anlamda “yaşayan ölü” ve aslında kendilerine giydirilen rolleri oynamak durumunda kaldıklarından bu dünyada arafı yaşıyorlar. Özellikle, anne Milena karakterinin evliliği sürerken Kenyalı bir adamdan olan en küçük çocuğu Dio’nun film boyunca ara ara Bohemian Rhapsody şarkısını seslendirmesi (Queen’in söylediği şarkı) ve bu şarkıda geçen; “Bu gerçek hayat mı? Yoksa sadece fantezi mi iki arada kalmış?…” cümlelerini vurgulayışı; bu fikrimi destekler nitelikte . Yukarıda da açıkladığım üzere; yönetmenin, hikayeyi ve hikaye üzerinden aktarmak istediklerini, filminde biçimsel olarak titizlikle, kusursuzca ve kendine özgü bir film dili yaratarak kurabildiği hayranlıkla görülebiliyor.

Film, bana, dünya sinemasının baş yapıtlarından sayılan, ünlü İtalyan auteur yönetmen Pier Paolo Pasolini’nin, 1968 yapımı Teorama filmini hatırlattı.Teorama filminde; bir İtalyan orta üst sınıf, burjuva aile; aileye yabancı- gizemli bir yeni kişinin- konuğun ziyareti ve bu yeni gelen kişinin tüm aile bireylerini baştan çıkararak adeta büyülemesi konu edinilir. Yönetmen Pasolini bu filmiyle, burjuva sınıfını, kendilerine kodlanmış tüm rolleri kabul edip uygulayan aile üyelerini ve kapital “sistemi” eleştirir. Işık filminde, Alman Engels ailesine eve temizlik için gelen Suriyeli göçmen yardımcı kadın çalışan Farrah ta, işe başladığında aile bireylerinin tek tek güvenini kazanarak ve yukarıda belirttiğim “ışık” aletini kullanıp- kullandırarak tüm aileyi etkisi altına almayı başarıyor ve Farrah’tan sonra ailenin önceki rutini ve dinamikleri tamamen değişiyor. Alman yönetmen Tykwer’ın da, yukarıda ayrıntılarıyla açıklamaya çalıştığım üzere, bu filmiyle, mevcut kapital sistemi, Almanya’yı; Almanya ve ekonomik anlamda gelişmiş sayılan batı dünyasını ve buralarda refah içinde yaşayan sınıfları eleştirdiği düşünüldüğünde; bu film ve Pasolini’nin Teorama filmi arasındaki tema, konu ve fikir benzerlikleri kanaatimce çok çarpıcı bir seviyede.

Son olarak, filmde; yönetmenin son derece güçlü şekilde yansıttığı: “zamanın, evlilik kurumunun, çocuk yapma durumlarının, aile kavramının, cinsiyet kalıplarının, toplum yapısının, iletişim kurma kanallarının; değiştiği” vurgusu; yani, yeni çağın ne dersek diyelim, ne yaparsak yapalım kaçınılmaz şekilde değişip dönüşerek yeni şekiller alarak yaşanmaya başlamış olduğuna dair kurduğu anlatısı bana çok etkileyici geldiğini belirtmek istiyorum.

Vinkmag ad

Read Previous

Yeni ‘Şapkalı Kedi’ Filmi Fragmanı Yayınlandı

Read Next

Bereketli Topraklar Dizisinin Kadrosu Okuma Provasında Buluştu

Most Popular