Kezban Arca Batıbeki, kırk yılı aşkın sanat pratiğinde pop kültür, tüketim toplumu, toplumsal cinsiyet politikaları, kadın temsilleri ve belleğin katmanları arasında dolaşan güçlü bir anlatı dili kurdu. Resim, fotoğraf, kolaj, enstalasyon, dijital manipülasyon ve video gibi çok çeşitli medyumlar arasında geçişken bir üretim stratejisi izleyen Batıbeki, zamanla resimsel anlatımda grafik ve sade bir estetik dili ön plana çıkardı. Kimi zaman ironik, kimi zaman melankolik ama daima eleştirel bir bakışla geliştirdiği yapıtlarında, kişisel olanla toplumsal olan iç içe geçti; geçmişin imge arşivleri bugünün kadınlık halleriyle birleşti. Bu bağlamda sanatçının işleri, hem feminist hem de meditatif bir sorgulama alanı olarak düşünülmeli. Son dönem resimleri ise, bu sorgulamayı doğa, beden ve dil arasındaki kırılgan ilişkiler üzerine taşıyarak daha radikal bir alana yerleştiriyor.
Kezban Arca Batıbeki’nin “Sound of Silence” başlığındaki sergisi, doğanın imgeler yoluyla konuştuğu, kadının ise artık yalnızca bakılan değil, gören ve işaret eden bir figür olarak öne çıktığı bir anlatı evreni sunuyor. Siyah-beyazın keskinliğiyle biçimlenen bu evrende, renk yalnızca seçili kuşların, çiçeklerin ya da bir tehdit gibi algılanan hayvanların bedeninde beliriyor. Her detay, görsel bir sessizlik içinde yankılanan dişil bir hafızayı işaret ediyor. Kaplanlar, panterler, yılanlar ve kuşlar, her biri hem bedenin dışındaki hem içindeki güçlerin simgesi olarak ortaya çıkıyor; bu yaratıklar, sanatçının resimlerinde kadınla kurdukları yakınlıkla bir tür mitolojik denge yaratıyor. Bir ağaç dalına sarınmış kadın figürü, saklanmayı ya da kaçışı değil; tutunmayı, gözetmeyi ve dönüşmeyi imliyor. Böylelikle sanatçı, doğa ile kadın arasında tarih boyunca kurulan ikincil konumlandırmaya karşı, bu ikiliyi güç ve direnişin eşdeğeri olarak yeniden bir araya getiriyor.
Batıbeki’nin bu serisinde sıklıkla beliren ağız, yalnızca konuşma organı değil; susturulmuşluğun, bastırılmışlığın ve görünür hale gelmemiş çığlıkların izlek noktası. Ağız çoğu resimde ya kırmızı bir bantla kapatılmış, ya da bedenin başka bir parçasına aktarılmış. Bu sessizlik, yalnızca dışsal bir sansürün değil, içselleştirilmiş patriyarkanın da göstergesi. İlk bakışta dile gelmemiş bir haykırışı çağrıştıran figürler, metinlerin parçalanmış harfleriyle birlikte düşünüldüğünde, kendi dilini kurmaya çalışan bir bilinç olarak beliriyor. Kadın figürlerinin çoğunda saç, bedenin dışına taşan bir tür düşünce ya da psişik uzantı gibi işlev görüyor. Saç, zaman zaman megafona dönüşüyor, bazen bir silahın gölgesini ya da kök salan bir ağacın uzantılarını andırıyor. Kadının kendini ifade etme biçimlerinin dışsal nesnelerle kurduğu ilişkisini simgeleyen: sesin, dilin, arzunun başka bir biçime bürünerek dışa vurulduğu bir öge olarak saç hem hafıza hem kaos hem de direnç metaforu olarak beliriyor.
Bir diğer resimde ise kadının saçları bir ağacın kökleriyle birleşiyor; karşısındaki pervane, bu kökleri savuran, dağıtan bir güç. Doğa ve teknoloji, beden ve iktidar, hafıza ve unutuş bu sahnede karşı karşıya geliyor. Kadın burada doğaya kök salarken, insan yapımı bir nesne (pervane) bu bağın sürekliliğini tehdit ediyor. Bu metafor, doğaya ve kadına yöneltilmiş modern tahakkümün soğuk bir alegorisi gibi.
Eko-feminizm bağlamında, Batıbeki’nin resimleri hem doğaya hem de kadına yöneltilmiş tahakküm biçimlerinin ortak ideolojik zeminine karşı bir görsel itiraz. Donna Haraway’in ifadesiyle “doğayla kurulan bağ, aynı zamanda bilgiyle kurulan bağdır”; Batıbeki’nin kadınları da yalnızca doğayla birleşmez, aynı zamanda onun taşıyıcısı ve yorumlayıcısı hâline gelir. Val Plumwood’un doğaya uygulanan nesneleştirme ile kadının öznellikten dışlanması arasında kurduğu bağlantı, bu imgelerde yeniden yankılanır. Ariel Salleh’in önerdiği “meta endüstriyel feminizm” eleştirisiyle bakıldığında ise, Batıbeki’nin doğayla bütünleşen kadın figürleri, neoliberal ve patriyarkal modernitenin hem doğaya hem bedene yönelik tahakkümünü görselleştirir. Kadının saçı ağaca, sesi rüzgâra, bedeni köke dönüşürken yalnızca bir özdeşlik değil, bir tür ontolojik birlik önerilir. Bu birlik, politik ve poetiktir; şiddeti açığa çıkarır ve onun ötesinde bir tahayyül alanı kurar. Batıbeki’nin resimlerinde karşımıza çıkan kadın figürü, ne tam anlamıyla kurban ne de yalnızca bir kahramandır. O, çelişkileriyle birlikte var olan, susturulmuş ama konuşan, içe kapanan ama dışa taşan bir özne olarak beliriyor. Bu çok yönlü kadın temsili, sanatçının önerdiği “pantagonist” bir yaklaşımı görünür kılıyor: iyi-kötü, edilgen-etkin, kurban-fail gibi ikili karşıtlıkların dışında, gri bölgede var olan bir kadın tahayyülü.
Megafon imgesi, bu bağlamda özel bir yere sahip. İletişimin aracı olması beklenen bu nesne, bazen sözcükleri çarpıtarak, bazen ellerle “HELP” kelimesini işaret dilinde dile getirerek izleyiciye ulaşıyor. Ancak bu sesin netliğine dair daima bir şüphe mevcut; megafonlar yalnızca iletişim aracı değil, aynı zamanda anlamın gürültüde kaybolduğu birer yankı kutusu. Kadın figürünün bir hedef tahtasına dönüşmesi – üzerine saplanmış oklarla birlikte – hem bireysel hem de kolektif şiddetin doğrudan bir temsili olarak okunuyor. Siyah elbise içinde sayısallaştırılmış kadın bedeni, failin değil hedefin kodlandığı bir sistem içinde konumlanır. Buradaki “sayı”lar, aynı zamanda sayılma ve görünürlük isteğinin bir göstergesi olarak işliyor. Kadının kimliği burada istatistiksel bir şiddet verisine, sistemin hedef tahtasına nasıl indirgenmiş olduğuna işaret ediyor. Renk bandı -bir televizyon test ekranını andıran- çevresinde yer alan figürler, Batıbeki’nin önceki üretimlerinden aşina olduğumuz medya ve temsil eleştirisinin yeni bir dönüşümü. Pop renklerin arasında sıkışan siyah-beyaz figürler, hem kamusal hem de kişisel bellekte yankılanan bir medya şiddetine göndermede bulunuyor. Warhol’un televizyon ekranında susturulmuş sureti, yalnızca sanatçının değil, temsiliyetin kendisinin de sansür altında olduğunu bize bir kez daha hatırlatıyor.
Resimlerdeki söylemsel yapı yalnızca sembolik değil, aynı zamanda politik bir dile sahip. Sessizlik, susturma, hedefe konma, parçalanma gibi eylemlerle bedenin gördüğü baskı, aynı zamanda dilin, belleğin ve hafızanın da maruz kaldığı sistematik müdahaleleri görünür kılıyor. Bu müdahaleye karşı en güçlü cevap ise, Batıbeki’nin görsel dilindeki keskinlik, sadelik ve grafiksel netlik. Siyah-beyazın hâkimiyetiyle inşa edilen bu dünyada, yalnızca seçili yerlerde patlayan renkler, bu bastırılmış enerjinin geri dönüşünü, bir tür görsel başkaldırıyı temsil ediyor.
Kezban Arca Batıbeki’nin “Sound of Silence” başlığındaki sergisinde “Kadın” bir hedef değil, bir alan; sesi bir yankı değil, bir çağrı; suskunluğu bir boşluk değil, bir potansiyel olarak karşımıza çıkıyor. Bu resimler, yalnızca bugünün toplumsal cinsiyet rejimlerine değil, temsile, dile, görme biçimlerine, duyumsamaya ve hatırlamaya dair de sorular soruyor. Aynı zamanda doğa ile kadın arasında kültürel eko-feminizmin işaret ettiği duygudaşlık, ortaklık ve direniş biçimlerini görünür kılıyor. Kadının doğayla olan sembiyotik bağını yeniden kuran bu resimler, yalnızca temsili değil, aynı zamanda etik bir sorumluluğu da taşıyor; çünkü burada doğa da kadın gibi nesneleştirilmiş, kontrol altına alınmış ve susturulmuş bir varlık. Batıbeki’nin doğa imgeleriyle iç içe geçmiş kadın figürleri, bu ikili tahakküme karşı sezgisel ve görsel bir manifesto sunuyor. Her figür bir başka varoluş biçiminin olasılığını taşıyor. Belki de bu yüzden, Batıbeki’nin resimlerindeki sessizlik hiç bu kadar gürültülü olmamıştı.
